O, yüksekliğe, derinliğe ve rüzgara meydan okuyan cesur bir yürek.
Ufuk Koçak emekli ve Dalış Eğitmeni olarak çalışıyor. Gölcük Depreminde 3 gün göçük altında kalmasına rağmen her şeyi geride bırakıp hayatı yeniden ördü. Pepsi’de Bölge Operasyon Müdürü iken deprem işinden emekli olarak ayrılmasına sebep olduğunda o yepyeni bir işe çoktan girmişti. Koçak dalış dışında birçok spor dalıyla ilgilenerek engellenen insanlara başarıya giden yolda rehberlik ediyor.
Sosyal liderlik alanında önemli bir kişi olduğuna ve hayatınıza yeniden anlam kazandıracağınıza inandığımız Ufuk Koçak ile yaptığımız röportaj ile sizleri başbaşa bırakıyorum.
Sizi tanıyabilir miyiz?
İsmim Ufuk Koçak, 1976 yılında Kars'ta doğmuşum. Toprak damlı bir evde doğmuşum. O zamanki göç tufanı ile birlikte kalkıp yurdun batı tarafına çıkıp gelmişiz.
Nereye geldiniz?
O zamanlar Anadolu'dan batıya doğru yeni bir yaşamda yeni umutlar için bir akım vardı. O akımla ile çıkıp geldik bu tarafa.
Ufuk Bey çocukluğunuz nerede geçti?
Çocukluğum ilkokulu bitirene kadar Kars'ta geçti. İlkokuldan sonra o zamanki göç furyası ile birlikte bu tarafa doğru geldik ve Kocael’nin i Gölcük ilçesine yerleştik.
Okul yıllarınızdan bize bahsedebilir misiniz?
İlkokul yıllarım oldukça sıkıntılı geçti. Kurak ve çorak bir coğrafyadan geliyorum. Anadolu'da yaşam koşulları daha çetin ve zor olduğu için birazcık sıkıntılı ve sancılı geçti. Benim için bu tarafa doğru gelip yerleştiğim zamanda da aynı sancı oldu. Çünkü malum yurdun doğusu ile batısı arasında konuşma konusundan tutun da kültüre kadar çok ciddi farklılıklar var. Bu farklılıkların sıkıntılarını yaşadık. Bir de buraya adaptasyonum bayağı bir zaman aldı. Her şeyi yavaş yavaş düzeltmeye başladım. Konuşmamı düzelttim. Giyim kuşam tarzımı düzelttim.
Eğitiminizi en son nerede sonlandırdınız?
En son Gölcük'te sonlandırdım. Endüstri Meslek Lisesi mezunuyum. Eğitim, koşuşturma derken askerlik gelip kapıya dayandı. Vatan borcu deyip askere gidip geldim. Geldikten sonra da malum 17 Ağustos 1999 depremi oldu. Benim hikayem; hayatımın başladığı yer dediğim yere zamana kadar yani saatler 3ü 2 geçeye kadar belki de bir çoğumuzun yaşantısında olduğu gibi gelişti. O andan sonra herşey benim için bambaşka oldu.
Nasıl oldu? Sakıncası yoksa detaylarını paylaşır mısınız?
O gün gökyüzünde muhteşem bir gökyüzü şöleni vardı. Çünkü yıldızlar elinizle dokunabileceğiniz kadar yakındı. O gün askeriyede Donanma Komutanlığı’nın devir teslim töreni vardı. O gece yıldız şöleninin altında havai fişek gösterisini seyrettik ve klasik müzik dinledik. Sonra evime gittim. Saat 3 sularında dehşet bir gürültüyle uyandım. Gürültü dediğim şey; sanki tanklar dozerler şehrin ve apartmanın içine girmişler de diplerde temel kazıyorlarmış gibiydi. Geçirdiğim şokla ne olduğunu algılayıp çözemedim. Camdan dışarı doğru baktığım zaman Marmara Denizi'nin -o burun dediğimiz; İzmit Körfezi'nin olduğu yerin- üzerinde olağanüstü bir kızıllık gördüm. O sırada sıvalar çatlamaya başladı. Evin içerisinde; deprem devam ederken gördüğüm karede ise evimizin önünden geçen ve aşağı doğru eğilerek baktığım dar sokak vardı. Yani o sokağı görebilecek şekilde bina yan yatmıştı. Oturduğumuz apartmanın ismi Güven Apartmanı idi. 5 katlı ve 4 daireli bu apartmanın 4. katında oturuyordum. Güven Apartmanının güvensiz kolonları o depremin sarsıntısına sadece 10 saniye dayanabildi ve ben kendimi göçük altında buldum. Her taraftan insan sesleri geliyordu. Ne olduğunu algılayamadım. İlk etapta el yordamıyla bir cam parçası aradım. Amacım; o anki şok olmuş ruh halimle orada hayatımı sonlandırmaktı. Cam parçası ararken bir tencere kapağı buldum. Tencere kapağı bana ışık oldu ve kapak ile ses yapmaya başladım. Biraz daha zaman sonra enkazın altında bulunduğum galeride hava azalmaya başladı. Nefes alamamaya başladım. O arada bir artçı sarsıntı daha oldu ve tam tepemin üzerinden aşağıya bir ışık hüzmesi ile birlikte hava girmeye başladı. O ışığı da havayı da hiç unutmam. Havayı ciğerlerime çektim ve “Ufuk hayat devam ediyor, yaşamaya ve direnmeye devam” dedim. Bu bekleyişim tam 3 gün sürdü. 3 gün sonra enkaz altından çıktığım zaman annemi, kuzenimi, teyzemi ve ayaklarımı bırakmıştım. Oradan ilk olarak beni Gölcük Devlet Hastenesi’ne götürdüler. İstanbul’dan çıkıp gelen babam ve arkadaşlarım o süreçte üzerimdeki betonu ve demirleri tırnaklarıyla kazıyarak çıkardılar beni dışarıya. Bu; benim için hayatı yeniden örmek gibi birşeydi. Gölcük Devlet Hastanesi’nden Askeri Hastane’ye oradan da helikopter ile Gata'ya sevk edildim. Gata'da bacaklarımın arbitasyonları yapıldı. Orada oturup düşünürken kendime “hayat herşeye rağmen devam ediyorsa, yaşayacaksın Ufuk” dedim. Ve gerçekten yaşadım. Bütün bu yaşamış olduğum ağır tramvaya rağmen hastanede kaldığım süreç boyunca da elimden geldiği kadar psikolojik olarak yıpranmış arkadaşlarımın hepsine neşe ile sukunet ile elimden geldiği kadar can vermeye destek olmaya çalıştım.
Ne kadar süre kaldınız Gata'da?
Gata'da çok uzun bir süre kalmadım. Malüm o zaman gerçekten mahşer yeri gibi kalabalık olduğu için Gata'dan Öğretmenler Hastanesi’ne götürdüler beni. Bir müddet orada kaldım. Toplam hastane sürecim 6-7 ay gibi bir zaman sürdü.
Tekrar ayağa kalkma süreciniz ne kadar zaman aldı?
Hastane sürecim bittikten sonra yurtdışında babamın bir arkadaşı bana protezlerimin yapılacağı taahhüdünü verdi. Almanya'ya gittim. Almanya'da yaklaşık 6 ay sadece rehabilitasyonum sürdü. Protezlerimin yapılması sonrasında ayağa kalkıp yürüme rehabilitasyonu devam etti. Orada kalabilirdim aslında. Bir sürü imkanlar, yollar vardı ama ben bu topraklara bu coğrafyaya bu coğrafyada yaşayan insanlara aşık olduğum için sadece 2 yıl kadar kaldım. Gerçekten Avrupa’yı iyice yaşadım, iyice içime sindirdim. Engelli bir insan için Avrupa'da yaşamak çok kolay birşey. Evinizde yatağınızı toplamak için hemşire geliyor. Bir restorana yemek yemeye gidecekseniz devletin gönderdiği engelli taşıma aracı sizi götürüyor vesizi orada bekliyor. Belli bir limite kadar aracınızın parasını devlet veriyor. Ben daha pahalı bir arabaya binmek istiyorum derseniz devletin verdiği paranın üzerine siz kendiniz koyuyorsunuz. Bu gibi imkanları vardı Avrupa'nın; ama ben doğduğum bu coğrafyada kendi vatanım diyerek çıkıp Türkiye'ye geldim.
Türkiye'ye geldiğinizde iki farklı olanak iki farklı dünya ile karşılaştınız. Sonra neler oldu?
Türkiye'yi bırakın tamamen yıkık bir şehre geldim ben. Altüst olmuş bir şehire. İnsanların çadırlarda prefabriklerde yaşamaya devam ettiği günlerdi, deprem konutları henüz bitmemişti. Ben iki yıl önce yaşadığım şehri bırakmıştım ve ilk defa bu şehirle ve yıkıntılarla yüzleştim. Çünkü enkazdan çıktıktan sonra hastaneydi, orasıydı, burasıydı derken olayları çözümleme fırsatım hiç olmamıştı. Geldiğim zaman yıkık bir şehirdi. Tabii ki o zaman bakkal amcanın, sokaktaki direğin, ağacın, trafonun, kaldırımın, hele insanların yokluğunu anlatmak için kelimeler yetmez. Bu saydıklarım insan hayatında ne kadar fazla önem taşıyormuş! İnsanların ne kadar çok kıymetli olduklarını ve kayıplarının ne kadar büyük olduğunu görüyorsunuz. Sadece insanla ilgili kayıp değil her taşın, her toprağın, yaşadığın şehrin, yaşadığın iklimin kıymetli olduğunu, yokluklarının insan için gerçekten önemli olduğunu anladım. Benim sloganım her zaman şudur; “Hayat onu yaşamayı bilen cesur insanlarındır”.
Daha önce ne iş yapıyordunuz?
Deprem olmadan önce bir meşrubat firmasının bölgedeki operasyon müdürüydüm. Yurtdışından üst düzey yöneticiler gelmişti ve beni çok iyi notlarla değerlendirmişlerdi. Terfi beklentisi içindeydim.
Hangi firmaydı?
Pepsi firmasında çalışıyordum. Tam İstanbul'da genel merkeze gelecekken deprem oldu ve her şey altüst oldu. 2 yıl Almanya'da kaldıktan sonra tekrar döndüğüm zaman o dönemde kötü olan piyasa koşulları nedeni ile malulen emekli oldum.
Peki Pepsi’deki işinize emekli olmadan yeniden dönmek istediniz mi?
Yok istemedim çünkü artık benim dünyaya bakışım değişmişti ve farklı bir misyon üstlenmiştim. Şimdi onu anlatacağım size.
Neydi bu misyon?
Bu misyon engelli değil engellenen insanların olduğu misyondu. Almanya'dan döndüğümden beri gönüllü olarak derneklerde, projelerde görev alıp engellilerle ilgili bir şeyler yapmaya başladım.
Özetleyecek olursak emekli olduktan sonraki yeni göreviniz engellenen insanlar için yepyeni ufuklar açmak oldu.
Evet artık benim işim toplumda gerçekten bir farkındalık uyandırmaktı. Gerçekten Türkiye'de sakat denilen bir zihniyet var. Bu terimi çok kullanıyoruz. Yasalarda da böyle yazıyor. O zihniyeti kırmak gibi bir görevi üstlendim. Çünkü birşeyleri örtbas ettikçe -bu bizim engellenen arkadaşlarım için de geçerli- onlar kenara çekildikçe birileri onları sürekli görmezden geliyordu. Ve ben inanıyorum ki bu insanlar görülmeyecek insanlar değiller. Bu insanları herkes görecek ve herkes farkedecek. Bunlarla ilgili çözümler var. Devlet kurumlarını engelsiz hale getirmeyi söylüyorken, bağıra bağıra ben de diyorum ki devlet kurumlarını değil kafeteryaları, restoranları, çay bahçelerini, barları da engelsiz hale getireceksiniz. Buralar için de yasa çıkartacaksanız. Çünkü benim sosyal hayatın içinde olmam lazım. Yılda bir kere, belki 10 yılda bir kere adliyede işim olabilir. Belki karakolda veya PTT’de bir kere işim olabilir. Şurası burası bunu bir şekilde halledebilirim, problem değil. Benim dışarıda sosyal hayatın içinde olmam lazım. Çözümün buradan gelmesi gerekiyor. Ben kafeteryada oturacağım, ben dışarıda insanlarla beraber yemek yiyeceğim, koltuk değneğimle, protezlerimle, tekerlekli sandalyemle, görme engelli bastonumla, işitme engelli dilimle ben dışarıdaki hayatın içerisinde olacağım. Yani kocaman bir hayatın içerisinde sadece yaklaşık %10'luk bir kısımda yer alan devlet kurumlarını engelsiz hale getirmek yeterli değil.
Aslında sosyal liderlik görevine soyunmuşsunuz. Sosyal liderlikteki kastettiğim, yaşadığınız deneyimlerden yola çıkıp farkındalık geliştirmek, engelliler adına farkındalık geliştirirken de kendi çabanızla yetkili mercilere bunu ulaştırmak olmuş.
Kesinlikle! Beni daha önce nefer diye adlandırıp onure eden kişiler oldu. Ben asla bu insanların sorunlarını çözümlemek için önden gideceğim diye bir şey yapmadım. Bir tutam da olsa benim de bu çorbanın içerisinde tuzum olsun diye uğraşıyorum.
Dalış sporu fikri nasıl ortaya çıktı? Ve dalmak sizin için ne ifade ediyor?
Dalmak benim için bambaşka bir dünya. Dalış sporu benim diğer yaptığım sporların arasında geniş zaman ayırıp konuşmak istediğim bir konu. Diğer sporları kısa geçip daha sonra dalma sporunu konuşmak istiyorum. İnsanların ayakları olmayabilir. İnsanların omurgaları olmalı, dik durabilmeliler. Her zaman bu felsefe ile yola çıkıp kaya tırmanışları yapıyorum, offroad yarışlarına katılıyorum, rüzgar sörfü yapıyorum, yelken yapıyorum ve bunların hepsini şov için değil yaşam biçimi olarak yapıyorum. Ayrıca unutmadan su kayağı yapıyorum, yüzme, tenis, basketbol gibi diğer sporları yapıyor ve hepsiyle ilgileniyorum.
Nasıl tanıştınız hepsiyle ve nasıl sürdürüyorsunuz? Çünkü Türkiye'de hepsine bir engellinin ulaşamayacağı kadar pahalı sporlar bahsettiğiniz spor dalları.
Aslında bunlar ulaşılmaz değiller. İşte kırılma noktamız burası. Su kayağı mesela, Kocaeli bölgesinde 2 tane tesis olan yerde su kayağı yapılmaya başlandı. 2 saatlik bir seansı 20TL tutuyor. Yanınızda hiç bir şey götürmenize gerek yok. Üzerinizde bir şort yeterli. Sadece birazcık azim gerek. Gittiğim yerde şunu görmedim; bir engelli kardeşim -bir engellenen kardeşim- gidip herhangi bir sörf klubünün kapısını çalıp arkadaşım ben bu sörfü öğrenmek istiyorum ama benim param yok bana yardımcı olur musun? Veyahutta param yok yardıma da gerek yok dese kimsenin geri çevireceğini zannetmiyorum. Böyle bir yerde yaşıyoruz. Onun için bu ülkenin bu toprakların coğrafyanın insanlarına aşığım. Hani görmezden de gelebiliyor olabiliyorlar ama o içlerinde o cevher var, sadece birazcık dürtmemiz gerekiyor, ufak bir kıvılcıma ihtiyacımız var. Yapabilirler, hepsi ulaşılabilir bunların. Bu dalma işi gerçekten çok pahalı bir iş, yani zengin sporu olarak gözüküyor ama bütün engelli arkadaşlarımın diledikleri zaman -elimizden geldiği imkanlarımız doğrultusunda- ücretsiz dalış yaptırmayı taahhüt ediyoruz.
Siz nasıl tanıştınız? Neden dalışın sizin için önemi daha büyük? Bir de karada olmadığım kadar denizde daha özgürüm diye bir ifadeniz var.
Evet, benim dalış hikayem eğitmenim Murat Kulakaç ile tanışmamızla başladı. Türkiye'nin ilk engelli dalış eğitmenlerinden birisi kendisi. Eee tabii ilk olmak handikap sizin için. Çünkü şimdiye kadar gelmiş bir standart bir şeyleriniz var; mesela dalgıçların beline ağırlık takılır, fotoğrafçı dalgıçsa ayak bileğine ağırlık takılır. Fakat benim fiziki olarak bakacak olursanız yarım göründüğüm için ağırlıkların hepsi farklı noktalara takılması gerekiyordu. Tabii biz onları da orada taktık, bayağı bir meşakketli bir süreçten geçtim. Ben bir baktım 14 yıl önce başlamıştım, 10 yıldır engellenen bir insanım ben. Yani ne kadar engelleri aşsanız da, duvarlara taşlara kayalara tırmansanız da suyun üzerinde kaysanız da sizin için de böyle bir engellenme durumunuz var. Mimari yapılar ve dışarıda engellenen insanlar için çok hızlı bir hayat var, çok hızlı akıyor. Sürekli insanlar dolmuşlara, trenlere, vapurlara biniyolar. Sizin bunlara binebilmeniz için -hele ki tekerlekli sandalyedeyseniz- farkedilebilir olmanız gerekiyor. Geçenlerde çok üzüldüğüm ve çok içimin acıdığı bir şeyi anlatmak istiyorum. Ebru Bulgu hoca arkadaşım var, o da bizim geliştirdiğimiz dalış takımından. İETT şoförü Ebru'yu durakta farketmemiş. Ebru'ya bakıyorum, paralimpik tenisçi. Gitmiş ülkemi yurtdışında temsil etmiş, göğsümüzü kabartmış. Bütün herşeye rağmen bunları yapmış bir dev duruyor. Öbür tarafta bir İETT şoförü var. Amacı, o aracı kullanıp duraktaki insanları almak olan bir insanın kalkıp Ebru'yu farketmiyor olması beni çıldırtacak duruma getiriyor.
Kimse almıyor mu? Bu arada yoksa basıp gidiyor mu?
Gidiyor, farketmiyor, görmüyor yani. Kimsin diyesi geliyor insanın.
Yardım ister misiniz? Ya da otobüse binecek misiniz? diye soru sorabilirdi.
Elbette ki, duracak oradayken. Kimsenin kimseye yardım etmesi gibi bir durum söz konusu değil. Kimseye cennetten arazi bağışlamıyor kimse. Herkes yapması gerekeni yapacak. Otobüsün rampa denen bir kapağı var. O kapağı açacak ve o kızın kendisi otobüse binecek. Bence bu toplumdaki herkesin kendisine bir sorması lazım; Sen kimsin diye ve bu ülkede insanlar için ne yaptın? Ve kalkıp sen bu cahilliğinle kalkıp oradaki bir milli sporcuyu durakta görmüyor olman, onu orada soğukta bekletiyor olman senin kendine sorman gereken ilk başta bir sorudur yani kimsin diye.
Bu yaşanılanlar suya daldığın zaman olmuyor…
Evet şimdi su kısmına gelelim :) Suyun altında böyle insanlar yok. Su üstünde engelli mimari yapılar, engelli kaldırımlar, engelli yollar, engelli zihniyetler var. Ama deniz öyle değil. İlk dalışı yapmak için iskeleye geliyorsunuz ve iskelenin ucundan kendinizi aşağıya bıraktıktan sonra herşey bitiyor. Biraz önce anlattığım o engeller, karmaşalar, görmezden gelmelerin hepsi iskelenin ucuna kadar sizinle birlikte geliyor. O iskelenin ucundan kendini attıktan sonra herşey senin için bitiyor. Dalışta ne buluyorsun diye soranların hepsine ben ayaklarımı buluyorum dedim. Kolu olmayan kolunu buluyor. Fotoğraflara, videolara baktığınız zaman 2 ayağı olmayan bir adamla 2 tane ayağı olan bir dalgıç arasında hiç bir fark yok suyun altında. İkimizde havada uçuyoruz. 3 boyutlu uzay ortamı gibi ve hiç kimsenin acelesi yok. Herşey muhteşem bir denge içerisinde gidiyor suyun altında. Zaten yaratanın sanatı diyorum. Çünkü dışarıda insanın gözünü boyayacak o kadar çok fazla şey var ki; binalar, evler, lüks yaşantılar, iyi arabalar. Suyun altı öyle değil, her şey olduğu gibi. Bütün güzelliğiyle yaratıldığı gibi. Aheste bir şekilde fark ediliyor. Bir balığı bile ürkütseniz en fazla sizden 2 metre uzağa gidiyor ve tekrar gelip size bakıyor.
Denize ve su altına aşkınız artınca tabii ki bir rol model olup engellilere de bu sporu eğitmen sıfatıyla ulaştırmak konusunda bir eğitmenlik belgeniz, uzmanlığınız var. Bu süreç nasıl oluştu?
Bu süreç şöyle oldu; az önce anlattığım tadı yaşadıktan sonra “Ufuk dedim, bu senin tekelinde olacak bir keyif değil. Sen dedim bunu projelendireceksin ve diğer engelli arkadaşlarında senin arkandan gelecek.”
Nasıl oldu?
4 yıl önce engelsiz deniz projesini yazdım. Bulunduğumuz bölgede Değirmendere Su Altı Sporları Topluluğu DESSAT olarak bu projeyi geliştirdik. Gölcük Engelliler Derneği ile birlikte bölgede 20 tane dalgıç arkadaşımızı suyla tanıştırdık. Bunların 5 tanesini sertifikalandırarak dalgıç haline getirdik.
Sizin yetkinliğiniz nasıl oluştu?
Benim yetkinliğim geçen yıla kadar gelişimini sürdürdü. Geçtiğimiz hafta, dünyada Uluslar Arası Dünya Dalıcılar Birliği IDDA diye bir grubumuz var, onun kurucuları haricinde dünyadaki ilk eğitim asistanı sertifikamı geçtiğimiz hafta aldım. Yine yurtdışından Almanya'dan bu işin koordinatörleri gelmişlerdi. Onlarla birlikte bir eğitim ve çalışma sürecinden sonra kurucuların sertifikasını aldım. Eğitim asistanı ne iş yapar diyer sorarsanız; eğitmen olmak isteyen insanları suya alır ve suda benim üzerimde engellilere yapması gereken becerileri gösterir. Eğer ki bu süreçte ben tamam bu kişi engelliyi eğitebilir dersem, bu kişi engelli eğitmeni olabilir. Engelli olarak bu işin içerisine girmek isteyen kişiler için bir engellinin elinden geçecek artık bu süreç. Engelsiz deniz projesinin koordinatörü de bir engelli. Sayımız kalabalıklaştıkça, sertifikalarımız arttıkça bu iş daha da büyüyecek. 2 yıl önceki 10 -16 Mayıs engelliler haftasında ulusal bir fotoğraf yarışması başlattık. Türkiye'nin her tarafından engellenen arkadaşlarımın fotoğraflarının bize gelmesi için “ engellileri anlıyoruz” başlığı altında yarışma başlattık. O yarışmanın şartnamesine şöyle bir madde koydum; dedim ki sadece ve sadece hayatın içinde olan engellilerin fotoğrafları gelsin. Çünkü artık insanlar gülen, ağlayan, dilenen, sürünen insanları görmek istemiyor. Bu adamlar üretiyor, bu adamlar çalışıyorlar, bu adamlar mühendis, bu adamlar ressam, bu adamlar çok güzel keman çalıyor, bu adamlar elleri kolları olmadan maket yapıyorlar. Bu fotoğraflar bize geldi. Artık dışarıdaki bu camianın dışındaki insanlara bunu göstereceğiz dedik. Türkiye'nin her tarafından 500'e yakın çok güzel fotoğraflar geldi. Onların içerisinden 50 tanesini seçtik. Değirmendere’de 17 Ağustos Depreminde yaklaşık bir 200-300 dönümlük bir arazi suyun altında kalmıştı. Çınar ağaçlarının, otellerin, restoranların olduğu kısım. Biz bunları sergiledik suyun altında. Dedik ki engellenenler ile ilgili bir projemiz var, bir de deprem bilinci uyandırmak istiyoruz. Sonra kendime sordum; “eyy Ufuk sen dalış yapamayan insanları engelleyecek misin bu sergiyi görmesinler diye? Hayır, dünyaca ünlü su altı görüntü yönetmeni Tahsin Ceren hocamızdan rica ettim. Hocam geldi. suyun altında canlı yayınla dışarıda dev ekranlar kurduk. Gelen giden herkese, dalış yapamayan insanları da engellemeden suyun altındaki sergiyi gösterdik.
Hiç dalış sporu ile tanışmamış bir insanın dalış öncesi ve sonrasındaki tepkileri, değişimleri, yorumları nasıl oldu? O duyduğunuz tepkiler sizde nasıl bir etki yarattı? Neler duydunuz kısa bir anınız var mı? Anlatabilir misiniz?
Tabii ki bunlarla ilgili anı gibi anlatacağım bir şey yok. Çünkü mutluluk kelimelerle anlatılmaz. Bu mutluluğu suyun altında sadece arkadaşlarımın gözlerinde görebiliyorum. Kendim de bu mutluluğu yaşıyorum. Duygularımı bile kelimelerle ifade edemiyorum. Bizim toplumumuzda bir laf vardır; “bağından boşanmış dana” derler. Hani böyle bir dana o tarafa bu tarafa koşturur ya, biz de suyun altında öyle oluyoruz. Dalış sonrası arkadaşlarım hep gururlu olurlar. Aşağıdayken o özgürlüğün hazzını tarif etmek güç. 3 tarafı denizlerle çevrili olan ülkede yaşayan herkesin merak ettiği su altı aleminin içerisinde engellenen adam girmiş. Bütün her şeyi tam olan ve para sorunu olmayan adamlar girememişler, cesaret edememişler iken o engellenen adam girmiş. O adamın dalış sonrası hayata karşı kabadayılığını artık varın siz düşünün artık.
Harika! Siz ayrımcılık, önyargı, mobingle hiç karşılaştınız mı?
Elbetteki hayatın her alanında bunlarla karşılaşıyorum. Ama şöyle bir şey var; ben onları bertaraf etmesini çok iyi biliyorum. Yani futbolda bir terim vardır; topu göğse alıp yumuşatıp şut çekmek diye. Böyle bir girişimde bulunmak isteyenler için her defasında bir şekilde ceza var, çünkü ben haklarımı biliyorum.
Ceza derken yasal yollara mı başvuruyorsunuz?
Yasal yollar tabii ki, ben haklarımı çok iyi biliyorum. Bana neredeyken ne şekilde davranması gerektiğini çok iyi biliyorum, Negatif yönde bana ayrımcılık yapamayacağını biliyorum. Onu bildiğimi hissettiği zaman zaten böyle kişiler otomatik olarak geri kaçıyor. Siz kendinizi ne kadar çok geliştirirseniz böyle insanlar sizin sınırlarınıza gelemez. Siz çöktüğünüz, sindiğiniz ve ha bire insanlardan birşeyler istediğiniz sürece kalkıp insanlar sizi ezerler. Biraz önce ne demiştim insanlar ayaksız olabilir ama omurgasız olmaması gerekiyor, dik durmak lazım.
Bir gün nasıl başlıyor sizin için?
Benim için gün çocuğu sabah uyandırıp okula götürmekle başlıyor. Daha sonra Değirmendere de su altı sporları DESAT'a gidiyorum. Ya dalışla ilgili bir eğitim vardır ya da kendim dalış yapıyorum. Bazen birden fazla spor yaptığım için günlük programım değişebiliyor. Bazen rüzgar sörfü yaparak güne başlıyorum, yelkenle bir antremanım var ise yelkenle başlıyorum. Bazen şehir çok bunaltıyor, boğuyor beni insanlar. Malzemelerimi alıp dağlara çıkıyorum. Bazen kamp kuruyorum, gitar çalıyorum, saz çalabiliyorum, bazen kaya tırmanışlarına gidiyorum. Bazen kendimi sınamak istediğim zorlamak istediğim anlar oluyor.
Bir gün boyunca hepsini yapıyor musunuz?
Yok, bir gün boyunca değil bu. O gün kalktığınız ruh halinizle alakalı bir şey.
Bunlardan birini yapıyorsunuz.
Bunlardan bir tanesini tabii ki, hergün böyle periyodik bir şekilde değil. Elbette benim de katılmam gereken toplantılar, ilgilenmem gereken meclislerim, arkadaşlarım dostlarımla sosyal zaman geçirmem gereken zamanlar da var. O günkü ruh halinizle ve programınızla alakalı bir şeydir yaptığınız. Dediğim gibi insanlardan biraz kaçmak istiyorsan ya dalışa ya dağlara giderim. Çünkü elbette benim de çöktüğüm, bazen saklandığım, yıldığım ve üzüldüğüm zamanlar oluyor. Tamam, dik durmak çok güzel ama insanız hepimiz etkileniyoruz.
Engelli arkadaşlarımız için özellikle iş hayatında sosyal yaşamda başarılı olmaları için bir mesajınız var mıdır?
Elbette var. Ben her zaman sadece şunu söylüyorum; sokağa çıkın, sokağa çıksınlar. Hep rahatsız edici bakışlardan şikayet eder engelli arkadaşlar. Bana bakıyorlar diyorşar. İnsanlar merak ediyorlar. Bakacaklar. Ne kadar bakacaklar? 1 kere veya 2 kere. Üçüncüsünde bakmayacaklar artık. Dışarıda tekerlekli sandalyeler dolaştığı sürece, dışarıda kolları bacakları olmayan insanlar -bak benim bacaklarım boru gibi, şort giyip geziyorum-dolaştığı sürece insanlar bir bakacak iki bakacak. Böylelikle bir farkındalık oluşacak. Belki bir restoran sahibi ben dün tekerlekli sandalyede bir adam görmüştüm, bir gün benim buraya gelmek ister diyerek kapının önünde bir rampa yapar da oradan içeriye ben de bir gün giriveririm. Farkındalık oluşturarak yaşam desteği oluşturacaklar, dışarı sokağa çıkacaklar. Sürekli devletten ondan bundan birşeyler isteyip şikayet etmenin gereği yok.
Bu arada işverenlere mesajınız nedir?
Bir işyerinde çalışıyor olmak aslında toplumun bu konudaki sıkıntısını çözecek kilit noktasından bir tanesi. Eğer ki bu arkadaşlarımın bu insanların engelli değil engellenen olduğuna karar verirler ise ve bir iş vermeleri nezaketinde bulunurlar ise engellenenlerin daha fazla üreten, daha fazla liderlik kapasitesine sahip olduklarını görecekler.
Engelsizkariyer.com hakkında neler söylemek istersiniz?
Size kolaylıklar diliyorum. Benim bu taraflarda çok fazla dilim dönmez, çok güzel bir iş yapmışsınız. Kariyer ve engelliyi bile yanyana getirmekle, engellenen insanı yan yana getirmekle çok güzel bir şey yapmışsınız. Umarım çok daha büyük kitlelere ulaşırsınız. Engelsiz dünyada sizin siteniz gibi, bizlerin yaptığı gibi işlerin olmasını ve toplumun genelinin bunu alıp geliştirmesini dilerim.
Röportaj: Mehmet Kızıltaş